top of page
Search

Günümüzde İnsan Psikolojisinin Dayanıklılığını Arttırması...

Arkadaşlar;

Gezegendeki doğuma ilişkin sancılar gün geçtikçe artıyor. Hem İnsanın kendi hayatında hem de topluma ilişkin yaşadığı gerilim her gün değişik sıkıntılar çekmesine, iç daralmaları yaşamasına, bazen öfke krizlerine girmesine bazen panik atak nöbetleri geçirmesine neden oluyor. Hepimizin bulduğu çözümler ya da bulduğumuzu sandığımız çözümler değişik ama öyle ya da böyle gün yeterli miktar stresi ve gönül daraltıcı olayı, durumu ya da kişiyi önümüze sunuyor…

Öncelikle bunlar yaklaşan değişim günlerinin habercisi; hem de eğitimi… Yani bir yandan düşülen kargaşa, karmaşa, yaşanan kaos artarken, bir yandan da bizim eğitim kalitemiz yükseliyor… Daha sıkı eğitim (hepimizin kaldırabileceği kadar), bizlerin daha da olgunlaşmasını sağlıyor. Burada olgunluk nedir ? Yani biz nasıl olgunlaşıyoruz?;

Öncelikle düşünce yoluyla bizle temasa geçen ‘ego’, ‘maraz’, ‘şeytan’ ya da ‘nefs’ (nasıl etiketlendirilirse etiketlendirilsin) duygu planında gerekli düşük etkiyi gösteriyor. İçimize sıkıntı, gönlümüze darlanma, fenalaşma, kızgınlık, asabiyet ya da üzüntü gibi duygularla başımıza çöküyor. Sonra bunu da farkına varmazsak fiziksel bedene geçip rahatsızlık, dengesizlik ya da hastalık olarak baş gösteriyor… Kısaca bizim kendisine karşı verdiğimiz tepki oranında o da bizi yere seriyor… Tabi ki bazı konularda çok hassasız ve o konularda kolumuzu kaptırmak istemiyoruz. Bazı konularda ise biraz daha yumuşak bir duruşumuz var ve gelen darbeyle yön değiştiriyoruz… İşte olgunluk o ki; egodan gelen ataklara karşı durmadan, onunla birlikte yön değiştirebilme elastikiyeti…

Bu konuda ilk engel ‘sahiplenme’ olgusuyla yaşanıyor. İnsan ego etkisinde öyle ya da böyle sahip olduklarından vazgeçmek istemiyor. En temelde bir gün eninde sonunda kiracılığı bırakıp da boşaltacağı bedenini asla terk etmek istemiyor… Kendisini beden sandığı için bedeni konuşunda çok zayıf, bedeninin güçlülüğü, estetik görünüşü, gençliği ve güzelliğine takık durumda. Terk etmek bir kenara bedeninin en küçük bir değişmeye uğramasına bile tahammülü yok. Kendisinin ‘Ruh’ olmasını bilgi olarak bilse, ölümsüz olduğunu anlasa bile yine de olgunluğu henüz buna izin vermiyor… İzin vermiyor değişime, yaşlanmaya, kilo almaya hatta küçük bir rahatsızlık geçirmesine… Bedenine bağlı olarak para ve mal da ikinci engel… ‘Mal canın yongasıdır’ ya; bazıları neredeyse kaybetmesin diye canını vermeyi tercih ediyor ya da büyük kayıplardan sonra bu (yalan esaslı) acıya dayanamayıp kendi canından vaz geçmeyi. Kimisi bedava günahını vermez gerçekten de; kimisi de paraya tamah etmiyormuş gibi gözüküp, parayı görünce gözü parlıyor… İnsan yaşadığı hayatı ‘para’ denen olgunun dibini eşmesi, eştiği kadar daha eşmesinden ibaret bir eylem sanıyor. Hayatının fantezisi ise emekli olup, sessiz bir yere yerleşmek !… Para söz konusu oldu mu herkesin kulakları dikiliyor… Her şey paraya endeksli ve kaybına tahammül yok… … …Valla billa yeteri kadar sunulacak ölene dek; garantili… İçine lükslerin yaşanmasının bile dâhil olduğu bir bütçe var, gereği kadar. Her gün daralan ekonomik şartlar aslında güzel bir eğitimi sağlıyor İnsanlığa ‘paradan alınan gücün, kendini paranın gücüyle Tanrı sanmanın, burnu büyüklüğün terbiyesi’…

Güç söz konusu oldu mu kimse başka konularda da onu kaybetmek istemiyor… Olgunluk o ki günü geldiğinde güce sahip olduğunda keyfini çıkartmak, günü geldiğinde ve elinden alındığında ise ‘güçsüzlük’ ve aciziyet durumunda daralmadan ve ‘Kendi’ gücünde yol almak…

Üçüncü sırada itibarsal güç geliyor. Kimse itibarını da kaybetmek istemiyor. Hâlbuki herkes biliyor kendisini… Hatta Allah biliyor herkesin içini… Dışarıdan verilen payelere gerek yok. Verildiği gibi geri alındığında İnsanı eksik hissettirecek hiçbir şeye gerek yok. İşte o yüzden dışarı karşı sunulan ‘ben’ imajı çok önemli ego için. Herkesin facebook sayfası onun ‘ben’i… Oradaki paylaşımları, prensipleri, hayata dair algılayışları, önem verdikleri, sevdikleri, kopamadıkları, sahip oldukları, gurur duydukları, hava attıkları vs… İşte yaşadığımız günler bu küçük ‘ben’e dair ne varsa onlardan kurtulmamızı ve asıl büyük ‘BEN’e ulaşmamız üzerine kurgulanmış… Geçici olarak gücü yaşayanlara bakıp da özenmenin, kıskanmanın ya da rekabet etmeye çalışmanın hiç bir âlemi yok. Çok yakında kimsenin kimseden bir farkı kalmayacak. Ya da başka bir anlatımla, eldeki kozların bir öneminin kalmadığı günler yaşamaya başlıyoruz. Şöyle örnekleyeyim… Hani diyelim ki bir meydanda bir kıyamet koptu, bir kavga çıktı ve ortalık bir anda karıştı… Meydan kalabalık ve her gelir grubundan, her cinsiyetten, her yaştan, her fiziksel güç sınıfından, her olgunluk seviyesinden kişi var. Çıkan arbedede kimse dinler mi parası var mı yok mu, erkek mi kadın mı, başkan mı müdür mü, sahip mi köle mi diye ?.. Herkes birbirine yumruklarını sallamaya başlar, denk getiren tekme atar, saç çeker ya da tokat atar. İşte olay bu… Mesela böyle arbedeler facebook ortamında çıkıyor küçük bir yazıya yapılan bir yorumla ortalık patlıyor. Aynı şekilde bir toplumsal olayda da günlerce süren meydan kavgası yaşanıyor auralarda…

Peki böyle bir meydan kavgasında olgunluk ne olmalı? Tek bir olgunluk çeşidi var… O da ortama dâhil olmamak; kenardan izlemek ki bu kenar yeterince uzak bir kenar olmalı… Hatta izlemek yerine işine bakmak; bakabilmek… İşte bu işine bakabilmek egodan gelen atağın içinden geçebilme olgunluğu… Suratına güzelce bir tokat yapıştıran kişiye karşı hissedilen tüm saldırı planları egodan… Bütün bunlara rağmen yerinde durabilmek, gücünde kalmak, kargaşaya karışmamak gerekli olgunluk… Bu güçsüzlük mü, bu aciziyet mi, bu pasiflik mi yoksa bu vurdumduymazlık mı? Valla herkes kendine göre bir etiket yapıştırabilir ama gerçek güç, onu kullanma dürtüsünün etkisinde kalmama gücü büyük bir olasılıkla. Bilge olarak kabul hiçbir kimse veya ermiş ustanın güçleişi olmamış tam tersi herkesi sevebilme gücünü kullanmakla ünlüler; “Gel” demişleri herkese… Peki bunun için gereken ne? Tarafsızlık ve herkesi kendisine göre haklı bulma hakkaniyeti… Egodan gelen taraf olma, görüş sahibi olma, haklı olma, insani değerlere sahip çıkma, dürüstlük ‘martavalları’ felaket gibi çörekleniyor İnsanın üstüne… Önceki cümlede yazılan ‘martaval’ kelimesine verilen tepki gibi… … … Ego; İnsanı, insanî değerler, hak, hukuk, erdemler ve doğruluk, dürüstlük, iyilik, sevgi, güzellik dendi mi hemen duvara çiviliyor… İnanılanlar ve uğrunda ölünmesi bile gereken şeklinde inanılanlar var… Bir de asla ve kat’a inanılmaması, uygulanmaması ve uzak durulması hatta yasaklanması gerekenler var inanç sisteminde… İşte bu ikisi İnsanda var olduğu sürece o İnsan her zaman o savaşa girecek, o meydan dayağından tokat, tekme, morarmış göz ve kırık kol olarak nasibini alacaktır…

Bu inanılan idealler, olması istenen haller ile lanetlenen kişi, uygulama ve durumlar ayrıca kişiden kişiye değişiyor… Sadece herkes kendi inandığına herkesin inandığını ya da inanması gerektiğini sanıyor. Yakınlarından bu desteği bulan İnsan kendini yeterince haklı, doğru ve dürüst hissediyor. Kimse karşı tarafın da kendi inandıklarından dolayı bu duruşa sahip olduğuna anlayış göstermiyor, merhamet etmiyor. Herkese sadece ve sadece kendisinin doğru olduğunu diğer herkesin yanlış yolda olduğunu sanıyor… İşte bütün sorun da bu… Herkes kendi doğrusunu, tek doğru sanıyor. Arada karşı tarafa da saygı duyulması gerektiğini ağzıyla söyleyenler varsa da onlar da karşı tarafın fikirlerine kapalı, yani içten gelen değil, öğretilmiş bir terbiye takınıyorlar. Karşı fikrin, duruşun, inanışın, rakibin, hasmın ya da tarzın isminin ‘Karşı’ konmasıyla iş bitiyor…

Artık İnsanın bu gerilimli günlerden çıkışı tek bir anlayıştadır. O da ‘Bir’lik hissedişi. Yani herkesin ve her şeyin kendi fikrine, kendi inanışına, kendi olgunluğuna (o bir katil ya da tecavüzcü olsa bile) sahip olduğunun anlaşılmasıdır. Olayların akışındaki ‘kayıp’ duygusu ise egodan gelen sanal bir hissediştir. En sonunda bedenini bile bırakarak hayata gözlerini yumacak İnsanın herhangi bir şeyi kaybetmesi ya da bundan zarar görmesi mümkün değildir. Bedeni sunanın, ölümü de vereceği gibi; maddi ya da manevi kaybı sunan Sistem, ihtiyacını da kişiye verecektir zaten. O yüzden karşı tarafın ‘karşı’lığının kalkmasıyla kaybedileceği düşünülen her değer (maddi ya da manevi) için egodan gelen ‘savaşma’, ‘sesini duyurma’, ‘elele olma’, ‘birlik olma’, ‘çocuklara daha iyi bir dünya bırakma’ hissedişleri egodandır… Egonun en sevdiği yol ya da algılanmasının en zor olduğu tarz ‘iyi’, ‘sevgi’, ‘yüksek erdem’ vb. değerlerin çatısının altına saklanan hissedişlerdir… O yüzden dışsal savaşçılığın bittiği ama içsel gücünde kalma terbiyesinin oluşturulmaya çalışıldığı günleri yaşamaktayız… İnsanlık geçtiğimiz yüzyıllarda gerekli savaşları verdi, özgürlüğünü elde etti, ekonomik sistemini yarattı, insan haklarını ortaya koydu ama İnsanoğlunun sonuç olarak özgürleştiği, rahatladığı, sakinleştiği ve kendisini sevgiye açtığı falan yok… Sadece hapishane profesyonelleşti. Eskiden ego gözle görünür bir olgu iken şimdi yeni ‘özgürlük’ modelleri, çözüm formülleri gibi başlıklar altında görülmez ve hissedilmez bir hâl aldı. Kısaca dışsal mücadele ile varılan nokta bir kalıcı bir sonuca ulaşmadı… Güçsüzken mücadele eden kişinin gücü eline geçirir geçirmez, geçmişte aynı kendisine yapıldığı gibi başkaları üzerinden güç kullanması şeklinde yaşanan haklılık-haksızlık savaşları anlamını yitirdi. O yüzden İnsanın ülke, devlet, kıta, dünya düzenini geliştirici eylemler içine girmesindense sadece ve sadece ‘kendi’ olgunluğunu geliştirici yaklaşımlara yol vermesi herkes için gerekli ve yeterli sonucu verecektir. Başkalarına karışmadan, başkalarına müdahale etmeden, sadece kendisine sorulduğunda ya da kendisinden yardım istendiği zamanlar hariç (O anlarda bile bu desteği verip vermemek tamamen kendisine kalmıştır, herhangi bir görev hissedişi, misyon yüklenmesi egodandır…).

Bu arada inanılan konularda dışsal mücadele de verilebilir ama karşı tarafa odaklanmadan. Yani İnsan kendisini istediği ifade etmeye devam edebilir ama kendisine inanmayanları lanetlemeden, onlara karşı bir ego kalkışması yaşamadan… Sadece akışın gereği, durumun getirisi olarak yeteri ve oluru kadar… Taraf olmadan, karşı tarafa yönelik bir tutum içine girmeden de gerekli mücadele verilebilir… Bu mücadelenin en büyük özelliği sonuca ya da karşıya odak olmamak, sadece kendini ifade etmeye ve gücünde durmaya odaklanmaktır… Günümüz realitesinde anlaşılması zor olan bu tarz, bir ‘gücünde durma’ meselesidir (Yoksa karşı tarafa yönelik bir savaş değildir). Verilen mücadele şeklinde yürütülen eylem kimi zaman gerekli olmakta ve İnsanın niyet etmesiyle inceliklerini anlayabileceği şekilde deneyimleyebileceği bir ‘koşulsuz sevgide gücünde kalma’ olgunluğudur…

İnsanın itibar kaybından sonra dördüncü engel ise insanın fikirlerinin karşıtı fikirlere dayanamamasıdır. Yani İnsan bugün doğru olduğuna inandığı ama gelecekte değişecek olan fikirlerine çok fazla değer vermektedir. Malı, mülkü, parası, itibarı yanında fikirlerinde çok ısrarcı olan İnsan yaşadığı hayatın tarzını ve geçmişini unutmuş gibidir. Nice fikirleri yıkılmış, nicelerinin yerini yenileri almış, nice inandığı gerçekler değişmiştir. Günümüzde herkes zekâsının ve akılcılığının süksesindedir. Diğer İnsanları zekâsı ile alt etmek, hazır cevaplık, espri anlayışıyla şaşırtmak, onu kandırmak, zihinsel tuzağa düşürmek veya haklılığı ortaya koyarak onu azarlayarak ezmek fikirsel bağımlılığın ve akılcılığın zehirli bir ok haline gelmesinin göstergeleridir. Herkesin fikrine saygı duymak, herkesin zekâ seviyesini (Allah tarafından verilen, IQ olarak doğumda belirlenen) anlayışla karşılamak, herkesin eğitim düzeyi, öğrenme hızı, kavrayışı, organizasyon yeteneği ve benzeri zihinsel kabiliyetlerine saygı duymak önemlidir. Kendi performansını herkesten beklemek zekâsal ukalalığın ve kibirin göstergesidir.

Bir de İnsanın sadeleşmesi gereken dönemde olması konusu var… Ferrarisini satmak gibi anlaşılabilecek ‘sadeleşme’ İnsanın dikkatini yönelteceği, sorumluluğuna gireceği, uğruna mücadele verirken yorgun düşeceği kalemlerin ve konuların azaltılması demektir. Kısaca İnsan huzura odaklanmak yani ‘Kendi’ne odaklanmak yani tüm olan biteni uzaktan izlemek ya da olan biten sürerken kendi işine bakmak olgunluğu dikkatin dağılacağı, egonun odaklanacağı şeylerin azaltılmasıyladır. Ne kadar azaltırsa azaltsın sonunda İnsanın bedensel ihtiyaçları zaten sürecektir. Ve bunları gidermek için kendisini belli bir mücadele beklemektedir zaten. Bunun dışında günümüzdeki kaynayan kazan hayatında ekstra yüklerin gereği yoktur.

Bütün bu sahiplenmeler ve güç arayışlarından vazgeçilse, sadece ilkel ihtiyaçların karşılandığı bir hayat yaşansa bile yine Gezegenimizin içine girdiği dönemin sancılarının artışına bağlı olarak İnsanın düşünce fonksiyonunun İnsanın huzura odaklı iç dünyasını tehdit etmesi ortadadır. Yani dağdaki mağarada son iki yıldır meditasyon yapan bir İnsanın hayatına yakın bir hayat yaşansa bile yine de ego zihinsel arenadan hücumdadır. İnsan kapılarını kilitlese, pencerelerini kapatsa, perdeleri çekse de asıl mutsuzluk veren unsur ‘zihinden gelen hücumlar’dır… O da zihinden saldıran ego düzeninin bir fonksiyonudur… İnsanı korkuya çeken, endişeye, vesveseye, kuruntuya, eksiklik, suçluluk, vicdani azap ve benzeri alçaltıcı duygulara ve psikolojilere düşüren egonun atağı son yıllarda artmıştır…

İşte güç peşinde koşmanın bırakılması, sahiplenme güdüsünün azaltılması, değişime ve dönüşüme izin verilmesi, sadeliğe geçiş ile temeli atılan mutluluk düzleminin zihinsel olarak da tesis edilmesi tam, değişmez ve nihai mutluluk hissedişini getirecektir. Zihnin İnsan psikolojisine hâkim olmaması İnsanın iki manevrasıyla gerçekleşebilir. Bunlardan ilki hedef şaşırtmadır. Yani bir hobiye, meditasyonel bir uğraşa zihni odaklayarak, zihnin başıboş kalıp da adamın başına bela olmasını önleme taktiğidir (Bu taktik dinlerde, felsefelerde ve türlü inanç biçimlerinde ibadet etkinlikleri, tespih etme, zikretmek, yoga yapmak, mantraları tekrarlamak gibi zihinsel aktivitelerde bulunarak zihni boşaltmak ya da esnetici bir eyleme odaklayarak zihin rahatlatmak şeklinde sunulmuştur)…

İkincisi çözüm ise zihin frekansından yükselmektir. Yani zihnin bu sayede de egonun etkisinden çıkmaktır… Bu alana varış, geride epeyce yol almış olmayı gerektirir. Yani korkulardan arınmayı ya da korkuya rağmen yürümeyi öğrenen, egonun etkisinde duygularını daha tüm auraya hâkim olmadan yakalayıp fark eden ve (dışarıda belli bir eylemi, belli bir mesleği ya da bir faaliyet konusunu sürdürse bile) yeterince içe dönük huzuru yaşayan kişilerin geldikleri noktada zihnin daraltıcı yaptırımının farkına varabilmeleri mümkündür… Farkındalıklarının boş kaldığı sessizlik anlarında zihnin hücumuna uğradıklarını fark etmeleri ve gönüllerinin daralmasına izin vermeden yükseltici bir çalışma yapmaları belli bir olgunluk derecesinde mümkündür… Bu çalışma derin bir nefes almak ve zihnin sardığı konudan belli bir olumlama ile uzaklaşmak mümkündür tabi ki(Bu olumlamalar sahte ve suni bir şekilde yapılan, yani altındaki duygu serbest bırakılmadan sadece papağan gibi tekrarlanan zihinsel süreçler olmadığı aşikârdır). Suni şekilde hafızlıkla yapılan olumlamaların sonucunda İnsan sadece ‘iyi yaptım’ duygusunu hisseder ama herhangi bir aurasal yükten kurtulmaz. Sadece geçici bir iyilik duygusu yaşar… Zaten böyle bir seviyede egonun fark edilmesi değil, egonun tam içine girip de dışarı karşı sert tepkiler verilmesi esastır, baskılanan ego gün olur bir güzel patlar da… Oysa bahsedilen olgunluk seviyesinde kişi herhangi bir duyguya girmemek için direniyor değildir. O duygunun yaklaşmasıyla dehşete düşen ve acı çekmekten korkan farkındalığın seçtiği ucuz ve vasat bir yol olarak olumlama yapmak bir şeyi çözmez. Gerekli acılar çekilip, acının içinden geçildikten ve o konu ya da konularla ilgili aurasal yükler boşaltıldığında, teslimiyete geçildiğinde yaşanan olgunluk esastır. Bu durumda bile ego İnsan üzerinde etkisini sürdürmeye çalışacaktır. İşte bu varlığını hissettirme durumlarında, zihinden geçen bir düşünceye direnmeden ama onun içine karışmadan frekans yükseltmek bu seviyedeki kendi gücünü koruma eylemidir…

İşte bunun için en güzel ortam ‘Doğa’dır… Doğayla başbaşa kalmak zihinsel kargaşanın üzerine çıkarak gönülsel ferahlığa ulaşmak için gereklidir. Gezegende yaşayan diğer bedenli yaşam türleriyle ilişkiye geçmek de doğa bütünlüğü içindedir. Yani hayvan ve bitki türleriyle her türlü ilişki de zihinsel faaliyetin etkisinden çıkmak için birebirdir. Bundan daha da güzeli toprakla uğraşmaktır. Dört element yani ateş, hava, toprak ve suyla yürütülen dostluk İnsanın yaratılışının bir parçasıdır ve günümüz kaotik ortamında İnsanın gücünü kaybetmemesi ve psikolojik dayanıklılığını yüksek tutması için şarttır. Gym salonları fiziksel sağlık için nasıl önemliyse, ruhsal bütünlük için de doğal ortamlar şarttır… İnsan doğanın bir parçasıdır… Bunu bedene ve farkındalığa tekrar tekrar hatırlatmak gereklidir. Yoksa ekonomik tablo İnsanı içine alıverir ve ruhsal rahatsızlık baş gösterir…

Çok uzunmuş gibi görülse de günümüzde iç karartan gündelik hayatın içinde yol alırken yapılacak şeyler üç-beş maddeden ibarettir. İnsanın egosal olarak zayıf olduğu konularla ilgili acılı çözümler bir yandan zaten sürerken, bir yandan da huzura yönelik açılımları ve realite sağlamlamalarını oturtması önemlidir. Bunun için yeter ve gerek şart doğada kalmak, beslenmeyi arındırmak, düşünceyi arındırmak ve sade bir hayata geçiş yapmak için en azından niyet etmek, sonra değişim anları geldiğinde cesaretle değişime yol vermek ve ardından da hayatın sunduğu huzuru ve keyfi sonuna kadar yaşamaktır ve bu mümkündür… Gittikçe daha da karışacak gezegen hali için eğitim zaten yıllarca önceden herkesin kaldırabileceği ölçüde başlamıştır. İlahi Sistem her şeyi yerli yerince icra etmekte ve İnsanın yükselişini sağlamaktadır.

Ali Erdinç BAŞARAN

 
 
 

Comentarios


About Me

I'm a paragraph. Click here to add your own text and edit me. It’s easy. Just click “Edit Text” or double click me to add your own content and make changes to the font. I’m a great place for you to tell a story and let your users know a little more about you.

#LeapofFaith

Posts Archive

Keep Your Friends
Close & My Posts Closer.

Thanks for submitting!

Beni Sosyal Medya Üzerinden Takip Etmeyi Unutma!

  • Instagram

En kısa sürede sana ulaşacağım.

© Ali Erdinç Başaran

bottom of page